I. Mekân, bir varolma biçimidir. İçkin varlığın önsel koşuludur. Ontolojik olarak hem önceliğe değgin, hem esnasındadır. Varolurken vareder. Mekân kendinden soyutlanamayan oluşun yüzlerinden biridir.
II. Mekân pek çok biçimde varolabilir. Varlığın özüne ilişkin olması, ona yüklenen anlamların değişebilirliğini sağlar, yanı sıra res extensa olarak alımlanma şekilleri doğrudan res cogitansa bağlanır.
III. Nesnel varoluş, zuhur etme yönünden insanı da kuşatır biçimde, mekânsallıktır. Mekân, ontolojinin nesneler dünyasıdır. İçkin, varlığı mekânsallığıyken, mekânın dönüşümüyle ilgilenir.
IV. Öznenin varlığı mekânla ilişkilenmeyebilir. Özne, kendi’yi barındıran cisimselliğe bağlandığından mekânla ilişkisinin gerekliliği sonuçsuz bir tartışma olsa da, bunu sorgulamak öznenin varlığını anlamaya ilişkin bir çaba olması bakımından değerlidir. Zorunlu mekâna kaçınılmaz değinir, buysa içkin olmayanın anlaşılmasında (tabii ki gölgeleri olarak) bir yoldur.
V. Mekâna ilişkin her tür sorgulama, varlıkla ilgilenmenin bir şeklidir. Öznenin varoluşu bu anlamda değerlendirilmeye çalışıldığında, yetersizlik bilinci ağır olacak halde, insani bir çaba ortaya konulmuş olur.
VI. Sembolik aşkın teoloji ise, aşkın’ın düşünülen zuhuru yine mekânla anlam kazanır, çünkü nesnel varlığı mekâna zorunlu olan, alımlamasını başka pencerede gerçekleştiremez; anlayamaz, anlamlandıramaz. Anlam haritasına sunulanlar mekânsallığı barındırır.
VII. Mekânın şekillenmesinin görsel yolları her tür edimle ortaya çıkar. İmar, yoğurma ve yontma bu edim yollarından bazılarıdır.
VIII. Mimari ve heykel, mekânın şekillendirilmesinin çeşitli biçimleridir ve ikisi de öze ilişkindir. Amaçları değişse dahi, tözsel bağlamları aynı köktendir ve bu bakımdan ikisinden de ilk tahlilde salt varlık sorunsalı olarak bahsedilebilir. Ereksel anlam ortaya çıkmadığı, yani nitelikleri özellik kazanmadığı sürece, ikisinden aynı kavramlar olarak (varoluş şekillenmesi) bahsedilebilir.
IX. Fakat mimari kaçınılmaz olarak içinde yaşanılan şekillendirilmiş mekândır, heykelse sonrasal bir amaç için (varlığın özüne ilişkin bir sorgulama ya da yansıma veya tapınmak, göstermek, bilinç sunmak vs. olarak) var edilir. Demek ki ontolojik nitelikleri esnasında olarak değil, öncesinde olarak anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle, ilksel aynılıkları yaratım-içinden değil, yaratım-öncesindendir. Benzerlikleri varoluşsaldır, tezahürleriyse kaçınılmaz olarak ayrılır.
X. O halde öze ilişkin sorgulamalar için, ikisine de varoluşta gerçekleştirilen şekillendirmeler olarak bakılabilir.
XI. Mekân sorgulamaları bize doğrudan bir fayda sağlamaz, fayda bu çaba esnasında ulaşılan çıkarsamalar olabilir. Sorgulamamız neticelenmeyecekse de, bu bizim onun neticelenmesini ümit etmemize engel teşkil etmez.
Varoluşun makamı, mekânın bekasıdır.
Il Lee, Untitled 978 Q, 1997-1998
21 yorum
Comments feed for this article
Ağustos 11, 2007 2:15 am
kacakkova
proC abi,
nurtopu gibi bir konumuz daha oluvermis simdi….
mekan……
imgeydi, zamandi, kavramdi, gerceklikti, hakikatti derken bunun ortaya cikmasi
gerekti zaten…..
düsüncenin mutlaka zaman ve mekan ile ilgisi var……
temelde saniyorum zaten belirli bir düsüncenin degerlendirilmesinde ve anlasilmasinda, özellikle zemininin ve onu yapilandiran niteliginin görülmesinde zaman-mekan algisina bakmak gerekilidir….
bu acık söyleniyor zaten;
“Mekâna ilişkin her tür sorgulama, varlıkla ilgilenmenin bir şeklidir”
varlıkla ilgilenmenin her tür şeklininse dille ilgilenmenin bir şekli olduğuna söylemiştik daha önce…..
düşüncenin mekansallaşması……
ya da bir mekan olarak dil….
Varlık’ın evi…..
“Anlam haritasına sunulanlar mekânsallığı barındırır”…..
zamanın mekansallaşması olarak dünya ve mekanın zamansallığı olarak toplum/ya da tarih……
hadi bakalım kolay gelsin……
Ağustos 11, 2007 4:14 am
proetcontra
Vallahi kacakkova,
Sistemli bir şekilde düşünüp yazabilmeyi çok isterdim. Sırada (öze dokunmaya çalışan) birkaç eski dostumuzun estetik kuramları, varlık ve gerçeklik-hakikat gerilimi dururken benim beyin bunları üretti… Fakat bu gündemi değiştirmek demek değil, sen de olumlu bir biçimde benzeşik yönleri ele almışsın zaten… Mekanın ontolojisi ya da ontolojide mekan gibi duruyor yazılanlar. (Bu iyimser bir bakış.)
Asıl üzerinde durduğumuz meselelerse önemini ve önceliğini koruyor. Lost Gazaliyle bir giriş yapmış, devamı gelecektir. Bu yazı cuma eğlencesi olarak boyanıp sitenin bir ucuna iliştirilmiş bir kırmızı kozalak gibi duradursun bir köşede. Dikkati çektikçe, gözümüz kaydıkça konuşuruz üzerine.
Ağustos 11, 2007 12:00 pm
thelosthighway
merhaba,
Kacak ve senin sayende yürütmeye gayret ettiğimiz ve muayyen bir biçimde “hakikat” meselesi müvahecesinde yoğunlaşan müzakereden fazlasıyla memnun olduğumu belirmek isterim.
Bu kapsamda Gazali’ye tekrar bakmak ve daha önce karalamış olduğum satırları gözden geçirerek ilginize sunmak istedim. İlgine teşekkür ederim Proc.
Daha önce, Kacak’ın, hakikat meselesi ile ilgili “kişisel tercihler” konusundaki uyarısı bir kaç gündür kafamı kurcalıyor. Gazali’nin felsefe eleştirisi, din-felsefe ilişkisi bağlamında İslam düşüncesinde ciddi bir kırılmaya yol açmış gibi gözüküyor. Şimdilik bu kırılmayı gündeme getirmeye çalıştım.
Konumuz açısında asıl ilgi çekici olan nokta ise İbn Rüşd ile ilgili bence. Sizinle yaptığımız tartışma, beni tekrar İbn Rüşd okumaya sevk etti. (dolayısıyla tartışmaları kıymetli yapan şey biraz da pas sökücü özellikleri galiba)
Yıllar önce onun Faslü’l-Makal ve el-Keşf adlı eserlerini okumuş idim İbn Rüşd’ün (Bu arada Rüşd’ün doğudaki lakabı “Şarih”, batıda ise ona “Commentator” diyorlar. İkisi de aynı anlama geliyor: “Yorumcu”. Büyük bir Aristo yorumcusu çünkü Rüşd. Bizler de 1 metreye yaklaşan yorumlarla bir tür commentator haline geliyoruz arkadaşlar, aman dikkat! 🙂 )
Şimdi bu süreçte tekrar üzerinden geçtim İbn Rüşd’ün bu kıymetli eserlerin. İbn Rüşd ile ilgili kapsamlı bir izahat ortaya koymanın kendi açımdan zaruri bir şey haline geldiğini düşünüyorum artık. Ordan çıkacak sonuçlarla “kayıp otoba”ndaki hakikat kovalamacımızı sürdürüebiliriz diye düşünüyorum.
Bunun farklı yönlerden değerli bulduğum yönleri var çünkü. Zira, mesela ben, önceleri, hakikat meselesini hep batıda ileri sürülen görüşler kapsamında ele alıyor idim. İslam felsefesiyle karşılaştırmalı okumalar yaptığımda gördüm ki meselenin farklı boyutları da mevcut. Özellikle Ortaçağ Hıristiyan ve İslam felsefi düşüncelerine baktığımızda “hakikat” meselesiyle ilgili orijinal tartışmaların “şiddetli” bir şekilde yapılmış olduğunu görüyoruz.
Bilginin sürekliliği, insanlığın ortak düşüncelerinin gelip dayandığı meselelerin benzerliği gibi kriterleri hatırda tutarak, hakikat tartışmalarındaki farklı yaklaşımların bizlere kazandıracağı ciddi birikimler içerdiğini düşünüyorum. Böylelikle Kacak’ın kişiselleştirmeyle ilgili tereddütlerini de bir nebze bertaraf etmiş oluruz diye düşünüyorum.
Bu arada sevgili Proc, Mekan’la ilgili açmış olduğun meselenin, Kacak’ın da belirttiği gibi ontolojik boyutlarla ilişkili olması ve bir çok bağlantıyı içeriyor olması inşallah şanzımanları dağıttırmaz bize 🙂
Selam ve hürmetler ederim…
Ağustos 12, 2007 3:16 am
proetcontra
Sevgili lost, zaman bahsin bizi Heidegger’e götürüyor, fakat yine bu esnada senden bir İbni Rüşd makalesi beklenmekte. Şanzımanlara sahip çıkmak gerek hakikaten. Kacakkova ve Tolgayla sürdürdüğümüz sohbetler çok zaman dallanıp budaklanıyor, (hiç)bir yere bağlanıyor ya da bağlanmak yolunda ilerliyor. Bu durum zaten felsefenin gereği, biz arada çıkan yaklaşımlarla yeni şeyler fark etmiş oluyoruz. Bu son bahsimizle de yokyere çıkacak olsak da bir yerlere çıkacağımızdan şüphem yok.
Ağustos 12, 2007 11:42 am
thelosthighway
Mekanla ilgili yazını adam akıllı bu pazar sabahı okuyabildim ancak. sıkı bir yazı. yer yer zorlandım anlamakta. meselenin varlık boyutu ve sonradan, 7. maddeden itibaren, mimari bağlamında madde-suret ilişkisine değiniyor olması da ilgi çekici. (Yazıyı ilk okuduğumda bu gözümden kaçmıştı.)
mekan ile alakalı olarak ilgimi en çok çeken konu “boşluk” meselesi. evrende boşluğun olup olmaması. bu konuyu pek çok düşünür ele almış.
sonra zenon’un zaman-mekan ile ilgili örnekleri de ilgi çekici zaman-mekan meselesine dair. (hareket)
ayrıca meselenin hareket boyutu da var. evvela aristo’nun dile getirdiği ve sonraki pek çok filozofun da tartışma konusu ettiği hareket meselesi. elbette hareketi, zaman ve mekan bağlamında açıklıyoruz. bu da bizi varlık’a götürüyor.
Son olarak sonsuzluk meselesi de önümüzde duruyor. Sonsuzluk’la ilgili Kindi’nin “muhale irca” diye bir metodu vardır ki akıllara zarar. Sonsuzukluk meselesine dair Kindi’deki gibi sıkı, zor anlaşılır metinlerle karşılaşmak insana farklı bir keyif veriyor. Tabi ki adamın ne dediğini anladığınızda kendinizi ayrıcalıklı hissediyorsunuz. Yani, Proc’un Mekan ile iglili cümlelerini anladığımda yaşadığıma benzer bir şeyi kast ediyorum 🙂
tüm bunlar “hakikat” bağlamında bir yere oturacak diye düşünüyorum.
eline sağlık sevgili ProC.
Ağustos 12, 2007 4:44 pm
proetcontra
Afiyet olsun lost… Tat aldıysan ne mutlu bana:)
Kindi okumadım ben. Reddiye meselesini biliyorum ama muhale icrayı duymadım. O konuda da bilgilendirirsin bizi belki bir ara…
Boşluk meselesi bana mekanın antitezi gibi gelmiştir hep. Felsefe fiziği de içeren döneminde bu konuyla alakalı şeyler söylemiş. Bugünkü bilimsel boşluk kavramı hakkında bilgim yok doğrusu, hatta fizikçiler bu mesele üzerinde duruyorlar mı onu da bilmiyorum. Bana olabilirliğin anlaşılamaz yüzü gibi geliyor, ama felsefi bir metodoloji kurmadan önce bilimin ne söylediğini bilmek gerek.
Hareket meselesi Heidegger’de de önce-sonra gerekliliği bağlamında Einstein’ın göreliliğinden dem vurularak ele alınmış. O da zorunluluk kapsamına giriyor.
Tüm bu açılımlar varlığın bağlı yönleri. Onları anladıkça varlığın mahiyetini tanımlamaya başlayacağız. Bakalım konuştukça neler çıkacak…
Ağustos 12, 2007 9:03 pm
metin-thePoor
Sizi niye bu kadar geç keşfettim ben acaba?!
Ağustos 13, 2007 1:45 am
proetcontra
Gecikmediniz efendim, biz de hemen az önce başladıktı yürümeye… Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Ağustos 13, 2007 3:36 pm
banu
ProC’un mekânla ilgili cümlelerinin hepsini anladığımı söyleyemem. Ama bana çağrışanları payaşmak istiyorum :
Giometti’nin Kafes çalışmasını duydunuz belki. Hem heykeltraş hem ressam olan boşluk delisi Giometti “Boşlukta bir aşırılık var” der.Varlığı yiyen bir aşırılık görür boşlukta. Ve uzay boşluğunda doluluk yaratmak, onu aşırılıktan kurtarmak için üretir.
Çizgiyle ya da darbeyle boşluğu – kendi gözünde sonsuzu – azaltır. Çektiği çizgiyle içle dışı ayırır. Çizgi iki yüzeyin kesiştiği yerdir. Ve sonsuza uzayan iki yüzeyden bir korunak oluşturmuştur. Mekân bir anlamda da korunaktır.
Sartre onun hakkında “Kafes adlı kompozisyonu onun heykelin kaidesini artık kullanmadan bir yüz ya da bir baş yaratmak için sınırları belli bir mekana duyduğu arzuyu” yansıtır” diyor . “Çünkü ona göre boşluk zamandan ve mekandan önce geliyor. Varlığın onun içinde barınabilmesinin tek koşulu ise, etrafının, boşluğun zarlarıyla çevrelenmesidir.”
Aslında ProC boşluğa mekânın anti tezi gibi geldiğini söylüyor ama sadece bir tuvalin çerçevesine yerleştirilen resim de boşluktan bağımsızlaşmış sayılmıyor. Resimde figürleri ne kadar koyu tonlarla kapatırsak, etrafından kontur geçersek tuval içinde resmedilen nesneyle çerçeve arasında yeni bir boşluk oluşuyor. Ya da iç konturlar da varsa nesnenin içinde de boşluklar oluşuyor.
Aslında mekân kelimesi bana ilk başta korunak, sığınak gibi anlamlar çağrıştırıyor Giometti’ninki gibi.
Mimarlıkta da mekân kelimesi oluşturulması, varolması,nesneliği ve içindeki ve dışındakinin algısına göre değişik anlam kazanacak birşeydir. Mekânın geometrik yapısı, çerçeve malzemesi, işlevi hakkındaki kesin bilgiler dahi onun var ve yok ile ilintisi hakkında söz söyleyenin konumundan bağımsız dikkate alınmamalıdır.
Buradan yine referans sistemlerinden yine bahsetmek zorundayım. Bir tesbit, bir varsayım, bir ispat “aslında yeni bir söz” söylemek durumundaysam şartlardan bahsetmek zorundayım. Bu şartları tanımlamakla zorunlu olarak varolacak bir mekân oluşturmasıdır aslında. Şart parametreleri de mekanın boyutlarıdır.
Bunu ünversitede sayısal bilmlerle ilgili eğitim alanlar lise fiziği ve matematiğinde bahsi geçen tüm hesaplamaların indirgenmiş hesaplar olduğunu görmüşlerdir. Burada sıfırla sonsuz arasında alınmış integrallerle işleme başlanır, yoksaymalar sıfıra yakınsamalarla yapılır. “Meğerse şimdiye kadar bildiğimiz formuller tüm evrende geçerli olacak gerçek formuller değilmiş” denir. Lisede bahsi geçenler referans sistemimiz, içinde bulunduğumuz yerküre ve ona etkiyen, onunla varolan kuvvetler hesaba katıldığında indirgenebilir olanlar indirgediğinde ortaya çıkanlardır. O halde buradaki sınırlama (mekân oluşturma) yanlış sonuç vermemektedir. Ama mutlak doğru da değildir. Hesaplarımızı marslılarla paylaşmak durumunda olduğumuzda referans sistemimizin dünya olduğunu belirtmezsek yanlış olduğunu sanıp bizim ilkel yaşam formları olduğumuz yanılsamasına düşünebilirler 😛
—Benim Anladığım Haliyle Fiziğin Boşluk Anlayışı—
Asıl mekânı uzay (TDK Sözlüğü’nde bir anlamı da uzay diye geçiyor zaten) olarak aldığımızda mekan içinde mekanlardan bahsediyoruz biz. Bu mekan içinde mekan bahsi boşluk içinde boşluklar düşüncesini akla getiriyor. Uzay boşluğu kavramı ve atomaltında parçacıklar arası boşluğa kadar… Bu durumda akla hemen Democritus’un atomun hareketine yer olması için boşluğun varlığını savunması, Aristoteles’in uzayın plenum ile dolu olduğunu söylemesi, sonraki zamanlarda da bilimadamlarının luminiferous ether (esir) önerisi akla geliyor.
“Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir (Yâsin-36)” ayeti de esiri mi işaret ediyor?” Boşluk yoktur” mu diyor? Boşlukla hiçlik aynı şey midir? İnsanın aklına buradan itibaren bir sürü soru geliyor.
Her an yaratılma ve yokolmanın parçacıklar içinde durmadan olageldiğini düşününce boşluğa “olmakla olmamak arasındaki dalgalanma” adını verenler de var. Bu dalgalanma bahsi bizim -fizikteki boşluk- tanımımızda düğüm noktamız olmalı. Wheeler’in “ Hiç bir nokta şundan daha merkezi değildir, boş uzay boş değildir. Bu en şiddetli fiziğin bulunduğu yerdir “ sözünü hiç de azımsamamak gerek.
Yine ideal bir sistem oluşturulduğunda sıfır nokta enerjisine paralel bir ortam hazırlıyoruz. Yani mutlak sıfır (-273,36 derece) sıcaklığına kadar büyük mekânı (uzayı) soğutuyoruz. Elektromagnetik dalgalar vs herşey sıfıra gidiyor. Bu mutlak boşluğa ulaşmak demek olur. Ama dalgaların sıfırlanması elektromagnetik alanları sıfırlamaz, madde-antimadde oluşuları devam eder, dalgalanan (kendi içinde devinimi olan) bir yüzey buluruz. Sıfır noktası radyasyonu vardır. Sıcaklığı da sıfırdır, entropisi de. Bu radyasyon saf kalır ve etkileşim göstermez. Bu yüzden boşluk olarak tanımlanması tamamen yanlış değildir ama boşluk dediğimiz bu durumda bomboş (hiç) değildir.
Casimir Deneyi’nde kapalı bir kabda sistem mutlak sıfır noktaya kadar soğutulur ve bu kapalı sistemde bırakılmış iki aynanın mutlak noktada dahi birbirlerine bir itkiyle yaklaştıkları görülür. Kapalı mutlak ortamda madde-antimadde varlığınnın neden olduğu elektromanyetik etkidir bu. Bu kapalı boşluğa fizikte vakum denir. Bu vakum ne kadar kusursuz olursa olsun, mutlak sıfırı sağlasa dahi içindeki titreşimlerden kurutlamaz. Bu sonuç şimdi günümüz teknolojisinde nanoteknolojik çalışmalarda yararlanılıyor (Mikroelektromagnetik, akıllısistem sensörleri vs.).
Casimir Etkisi bir enerji farkından oluşmaktadır (geriye kalan olmaktadır). Bu da elektromagnetik teoride süpersimetriden sözedilemeyeceği anlamına geliyor.
Bu durumda boşluk bahsi güncel fizikte vakum ortamlarla açıklanmaktadır ve bu boşluk salınımlardan arındırılamamaktadır. Görelilik bahsine hiç girmemiş olsak da Unruh’un Deneyi boşluk konusunda anılmazsa olmaz. Unruh ideal bir boşluk ortamını gözlemleyen bir kişinin gördüğü ile ivmeli hareket halinde olan gözlemcinin gördüğünün bir olamayacağı sonucunu gösterir. İvmeli gözlemci sabit kişinin gördüğü boşluğu t=planck sabiti/2.pi.k.c sıcaklığında bir ışıma olarak algılar(Burada “hareket” konusunda bir sürü soru akla geliyor).
Zaten Einstein da boşluk varsa ancak ‘Solucan Delikleri’ninde varolacağını, bu olumlandığında uzayda bu boşluk varsa uzay ve zamanın ayrımlanamazlığı üzere zamanda da boşluğun olacağını söyleyemiştir.
Boşluğu tüm olası kuvantum salınımlarının, varolan ve yokolan parçacıkların toplamı görmek de zarar bulmuyorum ama ona hepmizin içinde olduğu referans sisteminde oyuk, delik,içi dolu olmayan gibi anlamlar vermekten de çekinmiyorum ben bu durumda.
Cuma eğlencesi kırmızı kozalakları köşelere değil odağa almak güzel oldu benim için 😉
Ağustos 13, 2007 4:14 pm
thelosthighway
bişi anladıysam arap olayım…
Ağustos 14, 2007 1:27 am
proetcontra
Bir tek ben karmaşık yazmıyorum demek ki:) Banu teşekkür ederim, bir uzman görüşüne ihtiyacımız vardı bu meselede. Arap olmamız yerindedir…
Resim ya da heykel için, aslında mekânda yer kaplayan tüm varlıklar için bir boşluktan söz edebileceğimiz doğru. Fakat daima dolu bir boşluk. Göreceli. Bir sınır içerisinde, onu çevreleyen kütle ya da yüzeyde açılmış bir boşluk. Fakat kendi içinde birşeylerle doldurulmuş; havayla, boyayla ya da –hiç olmazsa- varlıkla; esir.
Giacometti için Genet de benzer şekilde, onun objelerine bakarken zamanın yok olduğunu, o objelerin zamanın ötesinde var olduğunu söyler. Sartre ve Genet’nin arkadaş olduklarını düşünecek olursak biri mekânsallık, diğeri zamansallık açısından değerlendirmek üzere Giacometti’yi paylaşmışlar diyebiliriz:)
Mekan ille dolu olmak zorunda mıdır? Yani bir boşluk-makro ya da mikro düzeyde bir boşluk- bir şekilde boşluk olabilmiş değil midir? Peki onun ‘yok’ yerine boşluk olması, yani varolması neye bağlı? Boşluk da varolmak için boşluğunu yerleştirebileceği bir mekana ihtiyaç duymaz mı? Demek ki ontolojik mekandan bahsettiğimizde boşluk da doluluk gibi bir durum ya da varoluş biçimi oluyor. Yani mekanda bulunmak koşuluyla doluluğun antitezi oluyor. Ben boşluğu yokluğun imkansız doluluğu olarak okumadığım sürece ikisi arasında yaptığım kategoriözdeş değerlendirme, ‘anoloji’ kavramı ile ‘kalem’ nesnesi arasında bir ilişki kurmaya benzer.
Madem ‘boşluk’ güncel fizikte ‘vakum ortamlar’ ile açıklanıyor ve bu boşluk salınımlardan arındırılamıyor, o halde ona ‘hiçlik’ ya da ‘yokluk’ dememiz mümkün değil. Bu durumda yokluk ve boşluk kavramlarının anlamlarını belirlemek, ikisi arasındaki ilişkiyi bu şekilde kavramak zorundayız. Tıpkı modern fizikte günlük/gözlemlenebilir düzeyden mikro düzeye geçildiğinde genelgeçer kuralların geçerliliğini yitirmesi ve yeni parametrelere ve denklemlere ihtiyaç duyulması gibi, günlük hayatta kullandığımız boşluk ile ontolojik düzlemdeki boşluk kavramları arasında da bir ayrım gerekiyor. ( [–Söylediklerimden aklında ne kaldı? –Koca bir boşluk!] diyaloğundaki boşluk bir görece (mutlak olmayan) yokluğu imliyor; anlatılanlar dinleyicide bir yokluk halinde olsa da aslında anlatılmış olarak duruyorlar ve mesela anlatan için bir yokluk değiller. Mutlak yokluğun varlığıysa zaten kendi paradoksuyla ortaya çıkıyor: Yokluk varsa demek ki yokluk var; yokluk yoksa demek ki yokluk var.) Einstein’ın boşluk’a olabilirlik yönünden yüklediği anlama bakınca, cümlesini kurarken kullandığı gerçek kelimeyi ve o kelimenin Türkçedeki karşılıklarını bilmek gerektiğini düşündüm…
Demek ki ben (ontolojik düzlemde konuştuğum için) yokluk demem gereken yerde boşluk diyerek halt etmişim:) Mekan’ı imkan kelimesinden türemiş olarak görmek her zaman hoşuma gitti; mekan’ın antitezi yoktur demeliyim. Onun antitezi yoktur, o halde onun antitezi boşluk değil yokluktur. (Fakat günlük kullanımda indirgeyebiliriz, yanlış sonuç vermez:))
Kozalak bu, parçacıkları neler saklıyor kimbilir…
Ağustos 14, 2007 1:57 am
kacakkova
rabbim sen bizim aklimiza mukayyet ol !
Ağustos 14, 2007 2:57 am
proetcontra
Amin! 🙂
Ağustos 21, 2007 6:22 pm
thelosthighway
Sevgili ProC,
Merhaba,
Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun “Nedir Mekân Dedikleri?” başlıklı enfes bir makalesini okudum yakınlarda. Makaleyi okuyunca senin “Mekan Üzerine” başlıklı yazın geldi aklıma hemen. Konuştuklarımıza bir katkısı olur düşüncesiyle Nalbantoğlu’nun görüşlerinin bir kısmını paylaşmak istiyorum seninle. Bana çok katkısı oldu bu makalenin. İlgini çekerse tamamını okuyabilirsin. Linki yorumun sonunda vereceğim.
Nalbantoğlu, ‘Mekan’ sözcüğünün kapsamının genişlediğini, örselendiğini, mimarlık pratiklerinde çözümleme yetersizliğinden ötürü sözcüğün aceleyle, kolayca sarf edildiğinden duyulan rahatsızlığını dile getiriyor öncelikle.
Yeni bir mekan algısı, dolayısıyla mekânın sayıların egemen olduğu yeni bir geometrik anlayışla temsil edilişi, M.Ö. VI. yy’da İyonya’da (özellikle Anaksimandros’la birlikte) Antik Çağ Yunan kozmolojisi, astronomisi, giderek de Yunan siyasi düşüncesinde yer tutmaya başlıyor. O günkü Mekan anlayışıyla ve üstelik bundan hareketle Mekan’a günümüz anlayışıyla bakmanın ne ölçüde meşru olduğunu da sorgulamak gerekiyor.
Nalbantoğlu daha sonra Heidegger’e getiriyor meseleyi ve Felsefe-Mimari-Sanat bağlamında konuyu derinlemesine kat ediyor.
Heidegger’in ‘zaman’ kavramının yanında ‘mekân’ı tümüyle göz ardı etmediğini ileri sürüyor Nalbantoğlu. Heidegger, ‘mekan’ ile ‘zaman’ın biraradalığı nedeniyle iki kavramı birlikte ele alıyor ve bu anlamda Aristo’ya yaslanıyor. Heidegger, Aristo’daki mekan ve ‘yer değiştirme’ (hareket) kavramlarının bizim anladığımızın ötesinde ve onlardan farklı içeriklere sahip olduğunu hatırlatıyor.
Burada iki kavram var: Tópos (yer değiştirme) ve khóra (mekan). Aristo, khóra sözcüğünü pek açmıyor. Onun asıl uğraştığı kavram ‘yer’. ‘Yer’i “bir cismin kapladığı mekân parçası” olarak tanımlıyor. Bu, bildiğimiz mekan öğretisinden çok farklı.
İlginç olan şu: Khóra (mekân?) hakkında Aristo susuyor, buradan onun khóra’yı tanımlanamaz gördüğü sonucunu çıkarabilir miyiz? Aristo’nu, ‘Zaman’ hakkında soyut tartışmaya denk düşen bir mekan teorisinin yokluğuna karşın sanki mekanda pozisyona (tò poû) ilişkin bir teorisi var gibi.
Tópos sözcüğüyle Aristo, aslında, bir cismin ‘bir yerde bulunuş’unu ifade ediyor. Ona göre tópos’un üç anlamı var: 1. tópos devingen, uçsuz bucaksız, kavraması zor bir şeydir; 2. sanki bir kap gibi içi doldurulan bir şey; yani hem sabit, hem de devingen. 3. bir de mekan
Özetle, Aristo’da mekan herhangi bir şeyin (örneğin bir cisim) deviniminde doğal olarak tuttuğu yer olup (eğer bir şey oradaysa o yer onun doğal yeridir), onun dış yüzeyi bir başka şeyin dış yüzeyiyle temastadır. Bu durumda, bir şeyin ‘bulunduğu yer’ o şeyi (cismi) kucaklamakta, sarmaktadır; yoksa onun içine giren ya da bizim anladığımız anlamda o şeyin içini işgal ettiği mekan değildir. Aristo’da boş bir yer, içinde hiç bir şeyin bulunmadığı, soyut bir mekân tahayyülü yoktur.
Modern düşüncede mekan anlayışıyla ilgili olarak farklı bir görüş egemen olmaya başlıyor: “Mekan üç boyutlu uzanım, extensio”dur [»Raum ist die dreidimensionale Ausdehnung, extensio.«] Bu görüş, mimar, sosyolog ya da felsefeci, modern kafalarımızın pek kolay benimseyemeyeceği bir görüş.
Heidegger’in mimarlığa da örnek olabilecek bir saptaması var: Mimar fantezisi bile inşa edilsin ya da edilmesin, düşünülen, tasarlanan binayı ister istemez çevresi içinde düşünmektir (sarandünya; manzara). Bu ille de bir açıklama gerektirmez; fenomenolojik olarak görülmesi yeter. Sanatın zamandışılığı karşısında bizim sanatı deneyimleyişimizin zamansallığı söz konusu olduğunda da, eğer mimari bir yapı ‘sanat çalışması’ olarak da düşünülecekse, burada salt mekanla değil, zamanla da ilgili bir meseleyle yüz yüzeyiz demektir.
Sanat ve mimari ile ilgili Gadamer’den şu alıntıyı birebir yapmak konuyu daha da zenginleştiriyor: “Her sanat çalışması kendi zamansallığını yükler omuzlarımıza. Bu salt dil, müzik ve dansla ilgili sanatlarla da sınırlı değildir. Daha durağan sanatları düşündüğümüzde anımsamamız gereken şu ki, resimleri de kurgulamak ve okumak, mimarî biçimler içine girip onları keşfetmek zorunda kalıyoruz. Bunlar da zamansal süreçlerdir. Bir resmi bir başka resim kadar çabuk anlayamayabiliriz. Hele mimarlık söz konusu olduğunda bu daha da doğrudur. Çağımızın teknolojik yeniden-üretme biçimleri bizi öylesine yanıltıyor ki, insan kültürünün herhangi bir büyük mimarlık anıtı önünde ilk kez durduğumuzda belirli bir düş kırıklığı yaşamamız çok mümkün. Çünkü bildik fotoğraflarındaki kadar sanatsal görünmezler gözümüze. Aslında, bu düş kırıklığının bize telkin ettiği şudur: binanın imge olarak salt sanatsal niteliğiyle yetinmeyerek, ona bilfiil bir mimarlık sanatı olarak yaklaşmalıyız. Bunun gerçekleşmesi için de binanın içinde dışında etraflıca dolaşmak gerekir. Ancak bu yolla, çalışmada bizleri nelerin beklediğine ilişkin bir fikir edinebilir, onun yaşam hissimizi zenginleştir[ebil]mesine izin vermiş oluruz.”
Nalbantoğlu, mekanın zaman ile ilişkisi söz konusu olduğunda meselenin daha da karmaşıklaştığını söylüyor. Zamansallık üzerinden de şunları eklemek gerekiyor: Eğer insan Dasein’ı bildik gündelik yaşamında “zamanı hesaplayan [rechnend], hatta saate vuran ise…bu nedenle de hakikî [eigentlich] zamana hiç yandaş olamıyorsa,” bunun anlamı modern Dasein’ı niteleyen bireysellik halinin zamanın tüketimiyle yakından ilişkili olduğudur. Bu durumda zaman sürekli harcanıp tüketilir ve ikide bir hiç zamanının olmadığı birey tarafından biteviye dile getirilir. Heidegger’in daha 1924’de çok doğru vurguladığı gibi, önce zamanı yitir, sonra da bir saat edin. Modern Dasein’ın ‘tekinsizliği’ [Die Unheimlichkeit des Daseins] tam da burada dışa vurmaktadır.
Bu konuda Nalbantoğlu’nun Heidegger’den yaptığı bir alıntıyla bitiriyorum: “İleriye doğru koştururken geçmişim yanında kendimi taşıdığımda zamana sahibim. Her boş lâf [“yavansöylem”; alles Gerede]…, her huzursuzluk, her koşuşturma [alle Geschäftigkeit], her uğultu ve yarış çöküverir (o zaman). Zamanının olmaması [Keine Zeit haben] zamanı gündeliğe [Alltag] özgü kötü şimdinin içine atmak anlamına gelir (yalnızca). Gelecekte (var)olmak (ise) zamanı bahşeder [Zukünftigsein gibt Zeit], şimdiyi kurar [bildet die Gegenwart aus] ve şimdide yaşama kipi içinde geçmişin yinelenişine izin verir [läst die Vergangenheit im Wie ihres Gelebtseins wiederholen].
Böylece zaman söz konusu ise bunun anlamı şundan ibarettir: zamanın zeminindeki görüngü gelecektir [das Grundphänomen der Zeit ist die Zukunft].”
Makalenin tamamı için:
http://www.metu.edu.tr/~hun/articles/Turk/NedirMekan.doc
Ağustos 21, 2007 11:36 pm
proetcontra
Bu yönlendirme yerinde oldu, çok teşekkür ediyorum lost… İnanılmaz güzel bir yazı, makalenin tamamı öyle. H.Ünal Hoca’nın makaleleri güç anlaşılır oluyor fakat çabaların karşılığını fazla fazla veriyor. Buradan açılımlarla ‘anladığımız’ mekan hakkında pek çok noktaya değinebiliriz, çok da hoş olur. Bu notu da düşelim bir kenara. Özellikle mimarinin beyaz duvar önünde sergilenen heykelden farklı bir çevrelenmeye dahil olması, yani yoğurmaya yönelik oluşların bağlam ekseninde farklı anlamlara oturması önemli bir mesele. Ontolojik hallerine ‘öncesinde olarak’ bakmak gerekiyorsa mevcut anlamlarına ‘esnasında olarak’ bakmak gerekiyor… Tekrar teşekkürler…
Ağustos 22, 2007 2:03 am
kacakkova
evet güzel yazı…..
gecenlerde mekan diye gugıldan aratınca cıkmıstı karsıma.hepsini okuyamıstım.sonrada cıkmıştı aklımdan.iyi oldu bu bağlantı.
Kasım 3, 2007 10:10 pm
necdet, bu dizinin asıl kahramanı sensin.ama bunu bilmeden öleceksin! « ey iki adımlık yerküre, senin tüm arka bahçelerini gördüm ben..
[…] ekberin doğru demiş bence de leydim. mikrokozmosta durum daha karışık yani.. Banu: bu konuda pro et contra’nın sitede mekan konusunda boşluk vs derken girmiştik. ben uzun yorum okumuyorum biliyorsunuz şekerim 😀 dikkatim […]
Ekim 27, 2009 11:50 am
asianteory
merhaba güzel bir konu ben maddeye yokluğun yokluğu diyorum aslında sanırım gerçek yokluk maddenin kendisi , blogumda madde tanımlanamaz yazı dizisi var orada fiziksel olarak maddeyi boşluk denilen varlığı dolduran bir başka varlığı ve o varlığın olmamamsı durumunda maddenin var olacağını anlatıyorum.
Düşünceme göre madde dışında olan olguya bugün yokluk deniyorsa, yokluk’un yok olması durumu yani madde gerçek anlamda bir boşluktur.
Ekim 27, 2009 11:53 am
asianteory
Mekan ise Hem yokluğu hem yokluğun yokluğunu içerebilen, belki varlığı konusunda tereddütlerimin olduğu bir olgudur.
Çünkü varlığı durumunda aynı anda yokluğunuda içerebiliyor.
Bu kafa karıştırıcı durumun analizi oldukça zor gözüküyor.
Mart 6, 2010 11:54 pm
denizkey
sevgili proetcontra, mekan üzerine yazdığın onbir maddelik metin aslında Heidegger’in mekan/zaman sistemine dair, öyle değilmi? bu noktada Heidegger’in mekan anlayışını okumuş oluyoruz sanırım? deniz
Ocak 30, 2013 3:04 am
Sertac
Ben şahsen mekanın zaman ile ilişkisi söz konusu olduğunda meselenin daha da karmaşıklaştığını düşünmüyorum.